Sanat

GÖRÜNENİN ARDINDA NE VAR?

Borusan Contemporary kapsamında 21 Şubat’a kadar devam edecek olan Görünenin Ardındaki sergisi; sıkışmayı, insanın elinden alınmış yer, yurt ve yaşama hakkını, kendince ve izleyicinin özgürlük alanına sarkmadan duyurmaya çalışıyor.

Mademki çapkın sonbahar hâlâ cilveleşiyor bunu ganimet bilmeli. Kış kapıda, lodos ve poyraz aklını karıştırmadan şehrin, boğaz boyunca yürümenin zevkine varmalı. Her mevsimde kendisine göre zevk ve sürprizleri barındıran boğaz, balıkçı motorlarının, yolcu vapurlarının, her iki kıyıda oltalarını denize salmış balık tutkunlarının hevesine  pervasız, kendi yakamozlarında nazlanıp duruyor. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne, boğazın Anadolu yakasından yaklaştıkça, hem bu oyunlara şahit olur hem de çarpıcı bir sergiyi gezmenin şansını yakalarsınız. Geçmişin “Boğaziçi Medeniyeti” belki bugün çoktan nostaljidir. Duygu olarak kendi yosunlarına sarılmıştır. Buna diyecek bir söz şimdilik bulamazsınız. Ne var ki her nostalji yeni bir hayat atılımı ile güncellenir, şimdinin toprağında çiçeklenir. İstanbul’u ayakta tutan bu bitmeyen yaşama tutkusudur.

Biraz vaktiniz varsa Bebek’ten Rumeli Hisarı’na kadar yürümek en doğru karardır. Yürümek, şehir ve zamanı yüzünüzde hissetmek gibisi yok. Ben de öyle yaptım. Beşiktaş’tan ta Sarıyer’e kadar giden otobüsten Bebek’te indim. Serazat, bir başıma, geçmişin çağrışımları ile anın hükmüne tabi oldum. Biliyorum az ilerde İstanbul’un en güzel mezarlıklarından birisi var. Orada Yahya Kemal ve Tanpınar yan yanalar. Hatta bir garip Orhan Veli heykeli bile var. Bilmez miyim? Hem Sis Şairi Tevfik Fikret’i, onun “Aşiyan’ını” da yabana atacak değilim. Fakat gönlüm şimdi başka. Yavaş yavaş hisarı geride bırakıp hakkında türlü türlü efsaneler uydurulan Perili Köşk’e varmak istiyorum.

Christiane Paul’ün küratörlüğünü yaptığı Görünenin Ardındaki sergisi var orada. Ve ben, nicedir dünyanın gündemini dolduran, göç ve göçmenlik konusuna çok özel bir merak duymaktayım. Savaşların, yoksullukların, adaletsizlikler ve çaresizliklerin sürüklediği nice insan, başka ülkelere, büyük umutlarla yol alıyorlar. Daha dün denizlerde telef olanlar, Avrupa sınırlarında açlık ve soğuktan kırılanlar, çaresiz gözler, isyana durmuş bakışlar, umudun umutsuzlukla düğümlendiği yerde insan olma yanımıza seslenip duruyorlar. Michal Rovner, Krzysztof Wodiczko ve Zimoun ‘iş’leri ile insanın bu çıkmazını belki de en arkaik olandan kopararak güncele taşıyorlar.

Biliyorum zaman; hiçbir zaman hiçbir yerde dupduru akmaz. Dünya da cennet değil. Sanat, çağdaş sanat, kendisine has duyarlıkları çarpıcı dil ve biçimlere dönüştürerek insanı uyarmanın derdinde. Bu bağlamda bir uyarı sergisi bu. “Sistemlerin karmaşıklığını ve insanlığın yüzey altında kalmış durumlarını seyirci ile buluşturmak.” hedefine varmak için az parçadan çok çağrışımla en yüksek mesajı vermeyi hedefliyor. Aidiyet duygusu ve göçmenlik dipte ana tema olarak akıyor. Pano, kutular ve video bu hedefe varmak için ana toplanma noktaları. Nesne özne, imgenin hareketliliğini, temanın ruhuna giydirmeye çalışıyor.

Bir serginin başarısı, dışarıdan içeriye girdiğiniz zaman size kendi uzayını kabul ettirmesinde yatar. Az önce yürüdüğünüz boğaz, bu içinde bulunduğunuz efsanevi köşk, şimdilik belleğin bir köşesinde uykuya çekilmiştir. Dışarı çıktığınıza içeriyle tekrar yoğrulacak, sanatın kışkırtıcı enerjisi, hayatın ritmiyle bütünlüklü bir etki oluşturacaktır.

M. Rovner imzalı; taş, yuvarlak taş, tam da taş gibi göze ve duyguya oradan da imgesel düşünceye kanatlanır. En kadim olan, şu ortadan bölünmenin hamlesi ile güncellenir, size daha kulaklarınızdan, göz izlerinizden silinmemiş bir şeyleri çağrıştırır. Değirmen taşı mıdır bu? Dünyanın bir değirmen gibi, değirmen taşı gibi insanı öğütüşünü mü simgeler? İçinde, noktadan son sınıra kadar halka halka çoğalan döngüsellik sert, etkileyici ve anlamlıdır. İnsan kendisinden çıkar, insana doğru ilerler, sonra da kâinatın dışına çıkar! Hayır, hayır bu sadece bir istektir. Modern dünya, onun kanun ve kuralları öğütücüdür. Öteki olmak, göçmen vasfı taşımak bu hâlin en uç hâlidir.

Yuvarlak taşın ortadan çatlaması, ağzındaki kırılmalar, geçmişin izleri kadar şimdinin acımasız sürekliliğini de imler. Bu tuhaf belirsizleşme hatta hissizleşme video çalışmasında zirveye varır. Ana beyaz zemin karlı bir uzay duygusu vermekte, sert kış kendisini alabildiğine duyurmaktadır. Böylece Orta Avrupa soğuklarında medenilerin merhametini bekleyen sessizlerin öyküsü kolayca kabarır, içinize dolar. Önü ve arkası yoktur bu uzayın. Gelecek, tıpkı geçmiş gibi kayıp gözükmektedir. Sanki bu insan izleri, sanki bu insan silüetleri nefeslerini havaya bırakmışlar ve onların nefesleri kan olup buharlaşmıştır. On binlerin dönüşü mü, kavimler göçü müdür şahitlik ettiğimiz? Yoksa mahşerin içinde miyiz?

K. Wodiczko imzalı çalışma ise daha da soyut ve çıkmazı bir zar perdenin arkasından duyururcasına naiftir. Siyah zeminin patlattığı iştahlı mavi, bir yandan cazibeyi bir yandan da ölümü hissettirir. Kurgunun parçalanmış akışı, köşesiz, oval pencereler, daha yüksekten küçüğe doğru sıralanır. İlk planda cama, zara, perdeye umutla dokunan kadın son çerçevede yok olur. Ya da tersinden, boşluktan, parçalana parçalana bir merhamet çağrısı ile belirginleşir.

İsimsiz adlı çalışma ise tek bir kare çerçeveden koparılmış sekiz adet dikdörtgenin birleşme arzusuyla doludur. Ne var ki bu arzu donmaya, geri çekilip büzülmeye mahkûmdur. Bu zeminin arkası var mı yok mu? İnsan varlığın mı yoksa yokluğun mu eşiğinde? Biraz daha yaklaşsak, parmak izi bile sayılacak. Suç mu bu? Varoluşun karaltısı mı? Gri olan kendi saçak çizgileriyle çırpınıyor.

Zimon’un karton kutularıysa bana Beautiful filmini bir Çin gemisinden buraya fırlatılmış paketler. İçini açmaya cesaret ister? İnsan kaldı mı? Başka bir canavara dönüşmüş olmasın her şey? Belirsiz. Belirsiz olanın çaresiz çağrısı.Yüzleşmenin sessiz müziği.

Sanat sonuçta bir biçim olduğu kadar özgürlük fikrinin de hep ayakta kalması meselesidir. Görünenin Ardındaki sergisi; sıkışmayı, insanın elinden alınmış, yer, yurt ve yaşama hakkını, kendince ve izleyicinin özgürlük alanına sarkmadan duyurmaya çalışıyor. Sergideki videonun geçişi de soyutun kendi estetik alanından geçerken, insanın özüne noktasal dokunuş yapmanın başarısı ile ayrı bir niteliğe bürünüyor.

İşte şimdi, asıl mesele başlıyor. Dışarıya hangi heves ve yüzle çıkacaktır izleyici? Çıkınca ilk duyacağı, derin duygu ne olacaktır?

Yazar Hakkında

Ömer Erdem

Yorum Ekle