Sanat Sinema Yunus Emre Enstitüsü

TÜRK DİZİLERİ

Türkiye, kültürel değişim ve dönüşüme çok çabuk adapte oluyor. Uluslararası popüler kültürün bütün dünyayı etkilediği ve tek tipçi bir kültürel dünyaya doğru gidildiği çağımızda Türkiye seçkin ve zengin kültürüyle dikkat çekiyor. 100 yıllık bir geçmişi bulunan Türk sineması da bu kültürel dokunun önemli parçalarından birini oluşturmaktadır. Aslında uzun yıllar, “ara bir dönem” yaşayan Türk sineması, usta oyuncu Şener Şen’in başrolünü üstlendiği Eşkıya filmiyle yeniden toparlanmış ve kaliteli filmlerin vizyona girmesine vesile olmuştu. 

1990’larda Türk sineması çıkmaza girmiş, yapımcı ve yönetmenler neredeyse “kültürel bir durgunluk” yaşamıştı. Ne var ki, 1996 yılında yönetmenliği Yavuz Turgul’un yaptığı ve Şener Şen’in oynadığı Eşkıya, Türk sinemasına yeniden hayat vermişti. Büyük şehirlerden çok taşraya yani küçük şehirlerde geçen “küçük hayatlara” yönelen yapımcı ve yönetmenler Türk kültürünün inanılmaz olaylarını sinemaya aktarmaya başlamışlardı. Bu, kuşkusuz bazen dram, bazen komedi tarzında seyirciyle buluşmuştu. 

Nuri Bilge Ceylan, kısa metrajlı olan ilk filmi Koza’nın hemen ardından Kasaba’yı çekmiş ve “taşra” yeniden sinemanın etkileyici diliyle gündemimize taşınmıştı. Çağdaş Türkiye’nin otantik atmosferini yansıtan ve hâlâ uluslararası popüler kültürle çatışma halinde olan taşranın hikâyesini anlatan Nuri Bilge Ceylan, hemen hemen her filmiyle uluslararası festivallerde Türkiye’ye ve Türk Sineması’na ödüller kazandırmıştı. Çünkü artık yönetmen ve yapımcılar, bu topraklardan çıkacak hikâyelerin insanı kuşattığını biliyor ve bütün dünyada benzer hikâyelerin olduğunu düşünüyorlardı. Başarı ise, bu hikâyeleri kaliteli bir kurgu ve görsellikle sunmaktan geçiyordu, sonunda bu kurgu gerçekleşmiş ve Türk sineması Orta Asya’dan Orta Doğu’ya Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Avrupa’dan Amerika’ya kadar dikkate değer bir uluslararası seyirciyi kendisine bağlamıştı.  

2000 yılında Yılmaz Erdoğan’ın senaristliğini ve yönetmenliğini, aynı zamanda oyunculuğunu üstlendiği Vizontele Türkiye’de komedi türünün altın kapısını açmış ve taşra ile büyükşehir çıkmazı tekrar sinemada değerlendirilmeye başlanmıştı. 

Sonra sırasıyla uluslararası festivallerden gelen ödüller, Türk sinemasının Oscar adaylığını gündeme getirdi. Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak’ı ilk aday filmlerden biriydi. Yüksel Aksu, Ege’de bir dondurmacının global şirketlere karşı verdiği mücadeleyi sinemaya aktardığında önemli bir başarı elde etmiş ve film, 2006 yılında Oscar Adayı gösterilmişti. Film Türkiye’nin önemli turizm şehirlerinden biri olan Muğla’da, profesyonel oyunculardan çok Muğla halkının oyunculuk desteğiyle çekilmişti. Artık yerel seviyede filmler çekiliyor ve uluslararası stantlarda itibar görmeye başlıyordu Türk filmleri.   Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Çağan Irmak, Mustafa Altıoklar, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem, Mahmut Fazıl Coşkun, Derviş Zaim, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Uğur Yücel ve Serdar Akar gibi genç ve tecrübeli yönetmenler Türk sinemasında kültürel bir devrime imza atacaklardı. 

Elbette Türkiye’de düzenlenen sinema festivallerini de unutmamak gerekiyor. Festivallerin filmlere, yapımcı ve yönetmenlerine, aynı zamanda oyuncularına da ciddi destek olduğu su götürmez bir gerçektir. Türkiye’de aşağı yukarı otuz kadar sinema festivalleri gerçekleştiriliyor. Bu festivallerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Ankara Uluslararası Film Festivali, Uluslararası Antalya Film Festivali, Uluslararası İstanbul Film Festivali, Randevu İstanbul Film Festivali, Gezici Festival, İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Malatya Uluslararası Film Festivali, Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, Sinemasal Açık Hava Sinema Festivali, Uluslararası Boğaziçi Film Festivali.

Görüldüğü gibi Türkiye sinemaya ciddi bir yatırım yapıyor. Senaryosuyla, yapımıyla, oyuncularıyla, platolarıyla, festivalleriyle ciddi bir emek harcanıyor. Burada ilgi çekici bir ayrıntıyı da yazmam gerekiyor:

Türkiye’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Sinema Genel Müdürlüğü de bulunuyor. Sinema Genel Müdürlüğü her yıl film desteği vererek Türk sinemasına yatırım yapıyor. Sadece filmlerin maddi külfetlerini karşılamıyor elbette. Dolaylı yollardan da oyuncu ve yönetmenlerin yetişmesine, uluslararası ölçekte sinema insanının Türkiye’ye kazandırılmasına yardımcı oluyor. 

Türkiye’deki hemen hemen bütün üniversitelerde ise, sinema ve sinemacılıkla ilgili bölümlerde dikkat çekici oranda öğrenci eğitim görüyor. Mezun olanlar da Türk sinemasına ve son yıllarda artış gösteren Türk dizilerinde oynuyor. Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü, Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Çizgi Film bölümleri Türkiye’nin sinema sanatına yatırımını gösteriyor.

Son yıllarda film sektörü uzun ve kısa metrajlı filmlerin yanında haftalık yayımlanan dizilerle de dikkat çekmeye ve uluslararası seyirci bulmaya başladığı görülüyor. 

Türkiye, dinlerin, dillerin, uygarlıkların beşiği bir coğrafyada aşağı yukarı bin yıldan beri kadar hüküm sürüyor. Anadolu’nun her yerinde bir hikâye, bir efsane, bir masal, bir öykü olduğu göz önüne alındığında Türk film piyasasının konu ve karakter bulmakta zorluk çekmeyeceği aşikârdır. 

Elbette Türkiye, dünyanın en büyük sayılı açık hava müzelerinden biridir. Bu hikâyeler zengin olunca sinemaya, dizilere, edebiyata da yansıyor. Diziler ve sinema Türkiye’nin yeni bir kültürel ihraç ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Aslında diplomasinin başka bir versiyonu olan Türk dizileriyle Türkçe uzak coğrafyalarda öğretiliyor. Dizileri seyreden bir kişi Türkiye’nin kültürel zenginliklerini, bilim ve sanayisini, şehirlerini, insani ilişkilerini, üniversite ve araştırma merkezlerini, kütüphanelerini yani günlük hayatını öğrenme şansı yakalıyor. Balkanlar’daki bir kimse ile Latin Amerika’daki bir kişinin aynı anda Türkçe öğrenmesi ve Türkiye’yi takip etmesi kuşkusuz büyük ve evrensel bir başarıdır. Bu elbette Türk dizilerinin meydana getirdiği kültürel bir dalgalanmadır. Türk dizilerinin bu kadar ilgi çekmesinin sebeplerinden biri insanî duygu ve temaları konu edinmesiydi: Aşk, gurbet, ölüm gibi bütün dünyada aynı duygu yoğunluğunu uyandıran konular Türk dizilerini çekici kıldığı göz ardı edilemez. Ancak asıl sebep, Türkiye’nin merak edilmesiydi. Türkiye, seçkin ve zengin kültürüyle cazip bir ülke olmaya devam ediyor. Genç nüfusu, gelişmekte olan ekonomisi, bilim ve araştırma merkezleriyle modern Türkiye merak uyandırıyor. Türk dizileri de bu merakın giderilmesinde ciddi rol oynuyor. 

Bir dilin öğrenilmesinin normal şartlarda zor olduğu düşünülürse Türk dizileri sayesinde Türkçenin birkaç ay içinde öğrenilmesinin ne kadar ümit verici olduğu görülecektir. Gürcistan’da şahit olduğum bir olay bunun en büyük delilidir. Türkiye-Gürcistan sınır komşusu ülke olmalarına ve birbirlerine yakınlıklarına rağmen pek çok konuda birbirinden habersiz yaşadıklarını gördüm. Öyle ki, Türk dizilerinden Türkçeyi öğrenen bir üniversite öğrencisi kısa zamanda Gürcü televizyonlarında yayımlanan Türk dizilerinin alt yazılarını çevirir olmuştu. Böylece iki ülke arasında kültürel ve insanî bir yakınlığın, merakın uyanmasına yardımcı olmuştu. 

Türk dizileri, sadece bir sinema filmi değil, aynı zamanda Türkiye’nin bir turizm ülkesi olmadığını, sanayisiyle, ekonomisiyle, bilim merkezleriyle, sinemasıyla, edebiyatıyla modern bir ülke olduğunu gösteren ve muhatap bulmaya çalışan kültürel bir endüstridir. 

Yazar Hakkında

Nazım Turnagil

Yorum Ekle