Edebiyat Gündem Kitap Kültür Yunus Emre Enstitüsü

Geçmişe Göre Daha Çok Ortak Yönümüz Var

Yazar: TR Dergisi

Yunus Emre Enstitüsü eserleri 40’tan fazla dile çevrilmiş Lübnanlı yazar Amin Maalouf’u ağırladı.

Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş’in sunduğu “Yeniden Düşünmek, Yeniden Yorumlamak” programında, Maalouf ile edebiyat, kültür, yazarlık süreci, toplumlar arası iletişim, ortak hafıza, sömürgecilik ve insan hakları, modernite ve kültürler arasındaki ikilem gibi konular konuşuldu. Zamanın ruhunun etkisinin insanlar arası ortaklıklarda oldukça önemli olduğuna değinen Maalouf; “Şu anda bugünü yaşayan herkesle ilişkimiz var. Fransa’da yaşasın, Türkiye’de, Kore’de, Japonya’da nerede yaşarlarsa yaşasınlar, yaşadığımız çok daha fazla şey, ortak yön var, büyük babamızla olan ilişkimizi kıyaslayacak olursak.” dedi.

Yunus Emre Enstitüsünün, “Yeninden Düşünmek, Yeniden Yorumlamak” programı serisi kapsamında 10 Temmuz 2020 tarihinde gerçekleşen yayınına, Lübnanlı yazar Amin Maalouf konuk oldu. Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş, yazdığı eserleri 40’tan fazla dile çevrilen Maalouf’u ağırladı. Türkçe, Arapça ve İngilizce yayımlanan program binlerce kişi tarafından ilgiyle izlenildi.

Prof. Dr. Şeref Ateş söyleşiyi, “Düşünce insanları tüketimden haz duymazlar. Düşünce insanları insanlık yararına ürettikleri düşüncelerini tüm insanlarla paylaşarak çoğaltırlar.” sözleriyle başlattı. Programda Maalouf, dilin edebiyat üzerindeki etkisi, kültür, zamanın ruhu, toplumlar arası iletişim, ortak hafıza, sömürgecilik ve insan hakları karşıtlığı, edebiyatın rolü, modernite ile kültürler arasındaki ikilem gibi konulardaki soruları cevapladı.

‘‘ARAPÇANIN VE OKUDUĞUM HER ŞEYİN ÜZERİMDEKİ ETKİSİ BÜYÜK’’

“Okuyucularınız genellikle kitaplarınızda menkıbelerin kullanılmasından memnuniyet duyuyorlar. Hikâyelerinizde okuyucularınızı götürdüğünüz yolculuklarla ilgili size şunu sormak istiyorum; acaba Arapçadan mı bir etki söz konusu?” sorusunu yönelten Prof. Dr. Ateş’e Amin Maalouf şöyle yanıt verdi:

“Evet kesinlikle haklısınız. Bence de benim ülkemin, ana dilimin etkileri var. Aynı zamanda okumuş olduğum, hayatım boyunca okuduğum her şeyin etkisi var. Bence bir yazar yazdıkları konusunda yorum yapabilecek en iyi kişi değildir. Çünkü ben hiçbir zaman menkıbeler veya nelerden etkilendim bunları düşünmüyorum. Bir kitabı yazmaya başladığımda, benim esas olarak ilgilendiğim şey hikâyemi nasıl anlatacağım? Okuyucuların hikâyeyle derinden ilgilenmesini nasıl sağlayacağım? Aynı zamanda hikâyenin okunabilirliğini nasıl sağlayacağım. İşte ben bir kitabı yazarken daha çok bunlarla ilgileniyorum. Dolayısıyla ben de bu şekilde dışarıdan kitabım veya çalışmalarımla ilgili dışarıdan bir bakış açım söz konusu değil. Bence bu vizyon okuyucuların daha iyi hissedeceği bir şey.”

‘‘BİZLER HEM ANNE BABAMIZIN HEM DE ZAMANIN ÇOCUKLARIYIZ’’

Prof. Dr. Ateş’in, “Hem Doğu hem de Batı mantalitesini tecrübe etmiş bir kişi olarak sizce toplumların sosyolojik açıdan duygusallığa yaklaşımlarında farklılıklar var mı?” sorusunu ise Maalouf şöyle yanıtladı:

“Evet, bence bir toplumdan diğerine algılamalarda farklılıklar var. Ama aynı zamanda bir bireyin algısıyla diğerinin arasında da farklılıklar var aynı toplum içerisinde. Biz burada bir tarihçinin söylemiş olduğu gibi: Bizler hem anne babamızın hem de zamanın çocuklarıyız. Yani biz içerisinde bulunduğumuz zamanla ilişkiliyiz aynı zamanda bizi etrafımızdaki her şey de etkiliyor. Yine aynı şekilde yazdığımız, konuştuğumuz dil de bizi etkiliyor. Cinsiyetimiz, yaşımız hepsinin etkisi var. Eminim benim 70 yaşında yazdıklarım, 30 yaşında yazdıklarımdan çok daha farklıdır. Yani her şey değiştikçe yaşadığımız yer bizi çok değiştiriyor. İçerisinde yaşadığımız dünya da bizi çok değiştiriyor. Şimdi de daha doğrudan cevap vermem gerekirse, evet, bence toplumlar arasında farklılıklar var. Ama bunlar bireyler arasındaki, her bir toplum içerisindeki bireyler arasındaki farklılıklardan da çok daha önemli değil.”

GEÇMİŞE GÖRE DAHA ÇOK ORTAK NOKTAMIZ VAR

Prof. Dr. Ateş’in işaret ettiği Almanca’da ‘zeitgeist’ yani zamanın ruhu kavramının oldukça etkili olduğunu belirten Maalouf, bu kavramın özellikle günümüzdeki karşılığının, milliyeti ne olursa olsun dünya genelindeki insanlar arasında ortaklıklara zemin hazırladığını şöyle ifade etti:

“Biz doğrudan ‘Ben şu şekilde zamanın ruhundan etkileniyorum’ diyemesek de tabi ki etkileniyoruz. Biz bunu bu şekilde hissetmesek bile bizimle olan ilgisini anlayabiliyoruz. Ve şu anda bugünü yaşayan herkesle ilişkilerimiz var. Fransa’da yaşasınlar, Türkiye’de, Kore’de, Japonya’da nerede yaşarlarsa yaşasınlar, yaşadığımız çok daha fazla şey, ortak yön var yani büyük babamızla ile olan ilişkimizi kıyaslayacak olursak. Yani ben bugün mesela büyük büyük babamla tanışacak olsaydım, karşılaşacak olsaydım onunla paylaşacak çok şeyim olmazdı. Çünkü referanslarımız birbirinden çok farklı. Ama ben mesela Kore’de yaşayan birisiyle şimdi karşılaşıyor olsaydım ve aynı dili konuşabiliyor olsaydık genellikle de bu İngilizce oluyor. O zaman birçok şeyin aramızda ortak olduğunu görürdük. İşte ben buna zamanın ruhu demek istiyorum.”

ABD, Rusya ve Fransa gibi ülkelerin hümanizm konusunda büyük bakış açıları geliştirdiğini ancak bu bakış açılarının Orta Doğu ve Afrika’ya uygulanmadığına değinen Prof. Dr. Ateş, Maalouf’a, Batılı toplumların etik ile sömürgecilik konusundaki yaklaşımları arasındaki çelişkilerini sordu.

Sömürgeciliğin tarihi zeminin oldukça geniş olduğunu belirten Maalouf şöyle konuştu:

“Yaşa bağlı olarak mesela Amerika Birleşik Devletleri’nin Fransa’nın sömürgesi olduğu gibi sömürgesi yoktu. Rusya’nın da yine aynı şekilde Fransa’nın, İngiltere’nin, Belçika’nın olduğu gibi sömürgeleri yoktu. Rusya genişledi ama kıtasal anlamda, karasal anlamda genişledi. Dolayısıyla çok bariz bir şekilde işgal edilen yerlerin sömürge olduğu görülmüyordu. ABD de kendi içerisinde bir sömürge idi zaten. Ama daha sonra bir rol oynamaya başladı. Bu da aslında çok yakın geçmişte meydana geldi. Amerika Birleşik Devletleri uluslararası anlamda bir rol oynamadı 19’uncu yüzyılın sonuna kadar ve 20’nci yüzyılın başına kadar çok marjinal bir güçtü. Ancak, sonrasında Amerika Birleşik Devletleri etkisini gösterdi.

Dünyanın farklı bölgelerine nüfuz etmeye başladı ama Fransa’nın sahip olduğu anlamda sömürgeleri olmadı ve bir süre boyunca bir anlamda sömürgeleşme fikrine karşı militanca bir tavrı vardı. Yani Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda onlar mesela dünyanın tüm halkları kendi kaderini belirleyebilsin dediler ve yani sömürgecilikle ilgili tavırlar her zaman çok farklı olageldi. Aynı zamanda bir diğer yönü daha var. Bu da nüfus itibarıyla sömürgeleştirme.”

‘VAKTİMİN ÇOĞUNU DÜNYAYI ANLAMAYA AYIRIYORUM’

Prof. Dr. Ateş’in, “Siz siyasi görüşlerinizi açıkça belirtmekten çekinmiyorsunuz. Sunmuş olduğunuz görüşler çok net ifade ediliyor ve çok fazla yanlış anlaşılmaya açık görüşler değil. Bu acaba sizin gazetecilik kariyerinizden dolayı mı?” tespitini onaylayan Amin Maalouf düşüncelerini açık bir şekilde ifade etmek için yazdıklarını bazen haftalarca tekrar tekrar kontrol etiğini söyledi.

Provokasyondan hoşlanmadığını belirten Maalouf, meseleleri anlamanın önemli ve zor ancak insani bir görev olduğunu dile getirdi. Maalouf dünyayı anlama çabasından şöyle bahsetti: “Bu hiç kolay değil ama bence bu bizim insan olarak görevimiz:

Dünyayı anlamak, daha sonra da bunu anlatmaya çalışmak ve bunu daha anlaşılabilir kılacak şekilde anlatmak, daha az anlaşılabilir kılacak şekilde değil. Dolayısıyla öncelikle ben bu konuda netliğe, netlik kazandırmaya değer veriyorum ve bir dizi şeyi basitleştirmeye çalışıyorum ama çok da aşırı basit hâle getirmeye çalışmıyorum. Çünkü dünya çok karmaşık ama yine de anlaşılabilir bir dünya. Yani dünya anlaşılmaz bir şey değil, bence dünya rasyonel bir realite, eğer sessiz bir şekilde huzurla bakarsak dünyaya ve gerçekten alçak gönüllülükle neler olup bittiğini anlamaya çalışırsak anlaşılabilir bir dünya….Ve ben günlük hayatımda çok fazla vaktimi dünyada, etrafımdaki dünyada neler olup bittiğini anlamaya ayırıyorum.”

‘BİR DURUMDA BOĞULDUĞUNUZDA ÖTESİNİ GÖREMEZSİNİZ’

Hz Musa’nın İsraillilerin arasında büyümeyip onları kurtaran tek kişi olması hikâyesine atıf yapan Prof. Dr. Şeref Ateş’in, “Sizce Hz. Musa kendi halkının içerisinde büyümüş olsaydı İsraillileri kurtarabilir miydi?” sorusuna yönelik olarak şöyle cevap verdi:

“Aslında dürüst olmak gerekirse ben Hazreti Musa ile ilgili çok fazla şey bilmiyorum ama birkaç şey okudum ve birçok uzmanın da şöyle bir şey söylediğini fark ettim… Ama söyledikleriniz gerçekten çok enteresan. Bu aslında şununla ilişkili: İnsanların nasıl belirli bir durumu aşabilecekleriyle ilgili. Yani bir durumun tamamen içerisinde boğulduğunuzda bu durumun ötesini görebilmek çok zor.’’

ABD Başkanı Carter’ın başkan olmadan önce, danışmanı Hematon Jordan’un onun başkan olamayacak kadar utangaç bir karakteri olduğunu düşündüğünü ve bu durumu aşmak için onu eski ABD başkanlarıyla tanıştırdığını anlatan Maalouf şöyle devam etti:

“Dolayısıyla Washington’dan gelen işte eski başkanlar, başkan yardımcıları onları davet etti ve onları Carter’la tanıştırdı. Ki Başkan Carter da onların da aynen onun gibi insan olduğunu ve zayıf yönleri olabileceğini görsün. Bu da Başkan Carter’ın, yani yerel bir siyasetçi olan Carter’ın bu utangaçlığını aşmasına ve başkanlık seçimlerine girmeye karar vermesine sebep oldu. Ben bunu anlattım. Neden? Çünkü bazen de bu şekilde yaşamış bir kişi mesela bir sarayda yaşamış olan bir kişi ve şimdiye kadar hükümdarlar ile tanışmış olan bir kişinin bazen bu kişilerin zaaflarını görmeye ve bazen onlarla mücadele etmeye imkânları var.”

ATİLLA KALEYİ İÇTEN FETHETTİ

Avrupa Hun İmparatorluğu Hakanı Atilla’nın Roma İmparatorluğu’ndaki başarısında, Roma saraylarında büyümesinin etkili olduğunu söyleyen Maalouf şöye konuştu:

“Herkes Atilla’yı bilir zaten çok önemli bir kişiliktir kendisi. Ama çok az kişi şunu biliyor ki; Atilla aslında Roma saraylarında büyütülmüştü. Ve kendisi eskiden Romalı aristokratlara çok yakın bir şekilde büyümüştü. Yani Roma ile olan çatışma, Roma’yı içten bilen bir kişinin yaşadığı çatışmaydı aslında. İşte bu da Atilla’ya yardımcı olan şey oldu yani bir noktada. Aynı zamanda Roma İmparatorluğu’na karşı çıkabilmesine yardımcı oldu… Yani yaşadığı topluma ait olmayan ama orada yaşayan bir kişinin bazen o toplum içerisindeki kişilerin görmediği şeyleri görme imkânı olabilir.”

YARASI OLMAYAN YAZI YAZAMAZ

Babür Turna’nın “İnsanın kalıcı yaralarını dikkate aldığınızda insanlar arasında sağlıklı bir iletişim kurabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Bu kalıcı yaralarla böyle bir ilişki kurmak mümkün mü?” sorusunu cevaben Maalouf şöyle konuştu:

“Yaralar bizim için asit gibidir. Yani bizim bu yaralara ihtiyacımız var. Varlık gibidir aslında bu yaralar ve hayatı anlayabilmek için, her şeyi anlayabilmek için ve bence yara olmadan hiçbir yazar yazı yazamaz. Yarası olmayan kimse iyi bir yazı yazamaz diye düşünüyorum. Ve bence bizim yazdığımız mürekkep sanki bir yaradan akan kan gibidir. Yani yaranızın mutlaka olması gerekir. Her zaman hangi yara olduğu çok bariz olmasa da her zaman yaralar vardır. Yaramız olmadan yaşayamayız zaten. Bizim yaralarımızı bir şekilde kontrol altına alıp bu yaraları, hayatımızı kontrol etmek için, hayatımızı daha iyi hâle getirmek için kullanmamız gerekir… Dolayısıyla biz öyle bir dünyadayız ki herkesin bazı korkuları var ve sıklıkla bu korkular, meşru korkular her ne kadar bazen abartılsa da, her ne kadar bazıları icat edilmiş olsa da. Evet, bazı meşru korkular da var ve benim naçizane çözümüm anlamaya çalışmak. Anlamaya çalışalım. Daha çok tarih üzerinden, tarihi öğrenerek anlamaya çalışalım ve gerçekten acaba bu korkuları aşma yolları var mı bunları öğrenmeye çalışalım.”

EDEBİYATIN GÖREVİ İNSANLARI BİR ARAYA GETİRMEKTİR

“Bir yazar, aralarında çatışma olan, anlaşmazlık olan topluluklarla ilgili bir şey yazacağı sırada bu tür konuları sizce nasıl ele almalıdır?” diye soran Turna’ya karşılık Maalouf şöyle cevap verdi:

“Bence kültür bazen barışın bir unsuru ama her zaman değil… Mesela, bazen ‘Şu iki milletin arasında o kadar fazla ortak yön var ki, ancak menfaatleri zıt.’ denildiğini duyuyoruz. Tam tersi bir durum olabilir. Bazen menfaatler aslında onları bir araya getirebiliyor ama kültürleri birbirine karşı olabiliyor ve gerçekten kültürde gerçek farklılıklar olabiliyor… Kültür her zaman insanları bir araya getirir diyemeyiz. Edebiyatın rolü şöyle olmalı: İnsanları bir araya getirmek ve çok sağlam bir dayanakta bir araya getirmek. Yani sadece yalan söyleyerek değil veya dünyayı sanki ideal bir yermiş gibi anlatarak değil. Hayır, dünyada gerçek sorunlar var, gerçek çatışmalar var ve biz burada dürüst olacak olursak çok barış ve huzur dolu bir dünyaya doğru gitmiyoruz. Biz şu anda şiddet dolu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Savaşlarla, çatışmalarla dolu bir dünyadayız ve bence günümüz yazarlarının rolü mevcut olduğu şekliyle dünyayı anlamak ve bunu olduğu gibi anlatmaya çalışmak. Bunu inanılır, güvenilir bir şekilde, olduğu gibi aktarmaya çalışmak ve aynı zamanda bu, şu anda içerisinde yaşadığımız, birçok seviyede yaşadığımız trajediyi açıklamaya çalışmak. Yani, edebiyatın evet bir rolü var ama bu çok basit, çok doğrudan anlaşılır bir rol değil; çok komplike bir rolü var edebiyatın…”

ESKİ HİKÂYELER GÜNÜMÜZE ADAPTE EDİLEBİLMELİ

Turna’nın hikâyeciliğin ve meddahlığın Türk ve Arap kültüründe çok önemli bir rolü olduğunu ancak yeni nesillerin masallardan, hikâyelerden ve efsanelerden tamamen arındırılmış bir çocukluk yaşamalarının yakın gelecekte nasıl sonuçları olacağı sorusuna cevaben Maalouf şöyle konuştu:

“Hikâye anlatımı her toplumda önemlidir. Hem eski toplumlarda hem modern toplumlarda. Fransa’da mesela ulusal roman denilen bir şey vardır… Bence dünya üzerindeki tüm milletlerin hikâyesini anlatmasına ihtiyacı var.” Maalouf, çok uluslu bir yapıya sahip Amerika’da anlatılan hikâyenin içinde bulunan tüm toplumlara hitap etmediğini ve bu ulusların da buna karşı olduğunu dile getirdi. Kendi ülkesi Lübnan’dan örnek veren Maalouf şöyle devam etti:

“Bizim yaşadığımız sorunlardan biri şu: Herkesin anlattığı tek bir milli hikâye yok. Her bir topluluğun kendi hikâyesi var… Çünkü bir millet için, bir ulus olabilmek için hem geçmişte hem günümüzde bizim ilişkili olduğumuz insanların hikâyesini anlatabiliyor olmamız gerekir ve bu da iki yüzyıl önce anlatılan hikâyenin aynısı olmak zorunda değil. Ama bizim ihtiyacımız olan şey iki yüzyıl önce anlatılan hikâyeden unsurlar alarak günümüz realitesine adapte edilen bir hikâye. Dolayısıyla benim görüşüme göre hikâye anlatımında meddahlık gerçekten çok önemli. Bir toplumun hafızası çok önemlidir ve benim için geçmişin her bir unsurunun bilinmesi gerekir. Ama her zaman bu unsurlar ilham verici değildir. İdeal değildir. Bazen bunların eleştirilmek için de ve üstesinden gelinmesi için de aşılmak için de bilinmesi gerekir. Ama geçmişin göz ardı edilmesi hiçbir zaman çözüm değildir.”

KİMLİĞİNİ KAYBETMEDEN MODERNLEŞMEK ZOR AMA İMKANSIZ DEĞİL

19’uncu yüzyılda başlamış olan Batılılaşma sürecinin ne yazık ki başarısız bir taklitle sonuçlandığını belirten Babür Turna, 21’inci yüzyılda bu coğrafyada hem kendine has hem de evrensel bir ses üretilip üretilemeyeceğini sordu. Çin, Japon, Rus, Arap, Hint ve Türk toplumlarının Batılı modelle başa çıkmaya yönelik bir geçmişi olduğunu belirten Maalouf, bu soruyu şöyle cevapladı:

“Yaşanılan ikilem de şuydu: Bu modernlik kimliğimizi kaybetmeden nasıl alınabilir? Ve bazen moderniteyi belirli bir şekilde aldığınızda kimliğinizin bir parçasını kaybedebilirsiniz. Bazen modernitenin belirli unsurlarını kimliğinizi koruma amacıyla reddedebilirsiniz ve bu zamanda geride kalma sonucuyla karşı karşıya kalırsınız ve dünyanın realitesi ile başa çıkamama sonucuyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Yani çok hassas bir denge. Ve kimse bunu tek seferde elde edemiyor. Mesela Çinlilere bakalım. Tarihlerinde o kadar devrim, o kadar kargaşa olsa da şu anda bir şekilde bir dengeye ulaştılar ve hem kapitalizmin en iyi yönlerini alabildiler ama aynı zamanda da kültürlerinin önemli unsurlarını da ellerinde tutabildiler… Dolayısıyla nasıl gelişeceğiz, nasıl güçlü, nasıl ileri olacağız? Dünyadaki bütün bilimi nasıl alacağız? Ama aynı zamanda kendimiz olmaya devam ederken, dünya için gerçekten anlamlı olabilecek, tüm dünyaya sunabileceğimiz ve sadece bizim geçmişimizin veya kendi kültürümüzün birer öğesi olmakla sınırlı kalmayacak fikirler veya değerleri nasıl geliştireceğiz? Bu hiç kolay bir şey değil… Ama işte bizim neslimizin görevi bu. Ve muhtemelen de bundan sonraki dünyanın bu bölgesindeki tüm nesillerin de görevi bu olacak.”

SEMİRAMİS LÜBNAN’I TEMSİL EDİYOR

Fahri Akdoğan’ın, Maalouf’un “Les Désorientés” (Doğu’dan Uzakta) kitabında Semiramis karakterinin Lübnan’ı sembolize edip etmediği ve eserdeki sembolizmin ne olduğu sorusuna karşılık Maalouf şöyle cevap verdi:

“Mesela Âdem kısmen benim… Âdem ayrılırken Semiramis ülkede kalıyor. Yani bir şekilde bir anlamda haklısınız, bir ülkenin kişide yansıtılması. Ama ismi Semiramis, Mezopotamya’dan gelen ve yarı mit sayılan efsanevi bir karakter. Kimse onun tam olarak ne olduğunu bilmiyor. Kraliçe miydi yoksa bir ilah mıydı, tanrıça mıydı? Ama kitapta Lübnan’ın, Lübnan’da kalmaya devam eden insanların sembolü ve aynı zamanda tüm bölgenin sembolü olarak kullanılıyor ki bu bölge zaten o kadar eski bir bölge ki, birçok medeniyetin beşiği olan bir bölge. Semiramis de bunların hepsini ifade ediyor ve romanda Irak’tan gelen yaşlı bir kadın var, yaşlı bir hanım var. O da Semiramis ile eski bölgenin, o eski tarihiyle bağlantı kurmanın bir tezahürü.”

‘‘BİR GÜN YİNE BİR KEZ DAHA…’’

Dünyanın bu bölgesinin kendi ülkesi ve medeniyeti olduğunu belirten Maalouf şöyle devam etti:

“İçerisinde çok üzücü bazı yönler var; çünkü bence tarihini biraz tersine oluşturdu diye düşünüyorum. Bazen biz bir ülkenin geri kalmışlıktan ilerlemeye ve yoksulluktan refaha doğru ilerlemesini aslında bekleriz. Ama dünyanın bu bölgesi belki de en kötü durumda olan bölgelerden bir tanesi. Ne kadar geçmişe dönüp bakarsak, ne kadar tarihe dönüp bakarsak bakalım; 50 yıl, 100 yıl, 500 yıl, geriye baktığımızda yani ne kadar geriye gidersek bu bölgenin dünyanın merkezi olduğunu o kadar iyi anlarız. Bu bölgenin o kadar fazla önem kazandığını görüyoruz dünya açısından. Tabi ki benim hayalim bir gün yine bir kez daha, artık dünyanın merkezi hâline gelmesi bölgemin. Ama yine de bir hüzün var içimde. Ve bence dünyanın bu bölgesini seven herkesin kalbinde ve şu anda yaşanan tüm dramları trajedileri gözlemleyen herkesin kalbinde de böyle bir hüzün vardır.”

 

Yazar Hakkında

TR Dergisi

Yorum Ekle