Dosya

HATTATLAR VE RESSAMLAR

Yazı ve resim aynı kökten gelir; daha doğrusu, yazı resimden doğmuştur. Bu bakımdan resimle ilgilenen hattatlar ve hat sanatıyla ilgilenen ressamlar, sanatlarına aykırı bir iş yapmıyor, köklerini arıyorlar.

Fatih Camii’nin fil ayaklarından birinde çok badireler atlattığı ilk bakışta anlaşılan bir tablo yıllardır asılı dururdu. Bir cuma namazını bu camide kılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, namazdan sonra camiyi gezerken nasılsa dikkatini çeken bu tabloya yakından bakınca Osmanlı Devleti’nin dünyaya bakışının ve kâinat tasavvurunun anlatıldığını fark etti. Ressam, Mekke ve Medine’yi ön plandaki dünya küresinin merkezine yerleştirmiş, Medine’yi ayrıca kûfi bir hatla çevrelemişti. Sağda Yıldız Sarayı’nın medhali, arka planda ise daha küçük ölçekte Mekke ve Medine tasvirleri, kubbeleri ve minareleriyle İstanbul silueti ve Hamidiye Camii, gökyüzünde de gezegenler yer alıyordu. Mekke tasvirinin hemen altına dikkatle bakıldığı takdirde köprüleri ve tünelleriyle Hicaz Demiryolu’nu görmek mümkündü. Açıkçası ressam, hilafet merkezindeki halife padişahın Mekke ve Medine’ye hizmetle mükellef olduğunu anlatmak istiyordu. Tablonun sol alt köşesine de nefis bir talik hatla resmin yapıldığı tarih ve ressamın ismi şöyle kaydedilmişti: “27 Ramazanü’l-mübarek 1323 (25 Kasım 1905), Meşihat-i Ulya Kalemi hulefasından Mimarzade Mehmed Ali.” Eğer bu ibarenin hattı da kendisine aitse Mimarzade’nin aynı zamanda kudretli bir talik hattatı olması gerekiyordu ve ilk yapılacak iş, elbette İbnülemin Mahmud Kemal’in Son Hattatlar adlı kitabına bakmaktı. Bu hoş sürpriz karşısında şaşıran Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tabloyu biraz daha yakından inceleyince sadece resmin değil, çerçevesinin de son derece kötü durumda olduğunu gördü ve bu önemli eserin Köşk’teki tablolarla birlikte restorasyon programına alınmasını emretti. O tarihte Köşk’ün sanat danışmanı Ömer Faruk Şerifoğlu tarafından kapsamlı bir araştırma sonunda rapor hazırlandıktan sonra Vakıflardan izin alınarak Çankaya Köşkü’ne gönderildi ve özenle restore edildi.
Son Hattatlar’da anlatıldığına göre 1879 yılında Dülger Mehmed Efendi’nin oğlu olarak Bolu’da dünyaya gelen Mimarzade Mehmed Ali Bey, ilk ve orta öğrenimini Bolu’da tamamladıktan sonra İstanbul’a geldi ve Sanayi-i Nefise Mektebine girerek Mimari Şubesinden 1912 yılında mezun oldu. Bu arada Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi’den hüsnühat meşk ederek icazetname almış, ayrıca Bâb-ı Meşihat’te Mektubi Kalemi ikinci sınıf kâtipliğine ve arülhilafetülaliyye Medresesinin hat hocalığına tayin edilmişti. İtilafçı olduğu için bir ara İttihatçılar tarafından
Sinop’a sürgün edildi. Sürgün dönüşü çeşitli okullarda resim ve hat öğretmenliği yaptı. Kayınpederi Mustafa
Sabri Efendi’nin Şeyhülislam olduğu dönemde Evkaf-ı İslâmiye Müzesi (bugünkü Türk ve İslam Eserleri Müzesi)
ve Medresetü’l-Hattatin Müdürlüğüne tayin edildi. Millî Mücadele kazanıldıktan sonra kayınpederiyle birlikte önce
Romanya’ya, daha sonra Mısır’a gitti, Matbaatü’l-Mısr şirketinde ressam ve hattat olarak çalıştı. Ayrıca Kral Fuad’ın
kurduğu bir okulda resim ve hüsnühat öğretmenliği yaptı.

İbnülemin, bir davet üzerine ikinci defa Mısır’a gittiğinde Mimarzade’nin bir tramvay kazasında hayatını kaybettiğini
(16 Ocak 1938) öğrenmiş ve çok üzülmüştür. Bu değerli sanatkârın hattat ve ressam olarak büyüklüğünden söz ederken “resimle memzuc bir nevi yeni usul hat icat ettiğini,” yani yazıyla resmin bir araya geldiği denemeler yaptığını belirttikten sonra düştüğü not dikkat çekicidir: “Vâsiulhayal bir hünerver olduğundan neler icat ederdi. Âlem-i lâhut ve nâsutı tasvir eden yağlı boya büyük bir tablosunu Kapalıçarşı’da bir kürkçü dükkânının camekânında uzun müddet teşhir etmişdi. O tabloda ne resmler, ne yazılar vardı ki resm ile yazı ile tarifi muhaldir. Şeyhülislâm Behaî merhumun,

Güzel tasvir edersin hattü hâli dilberi emma Füsun u fitneye geldikde ey Bihzad neylersin sualine, Bihzad’dan evvel o cevab verir, ‘füsun ve fitne’yi bile tasvir ederdi.” Zekai Konrapa ise Bolu Tarihi’nde Bolu İdadisinin birinci sınıfında resim derslerine giren Mehmed Ali Efendi’nin medrese tahsiliyle mektep bilgisini şahsında birleştirmiş değerli bir aydın, kudretli bir ressam ve bütün yazı çeşitlerinde mahir bir hattat olduğunu, Bolu’daki Yıldırım Bayezid Camii ile İmaret Camii’nin duvarlarını süsleyen levhaları onun yazdığını, çeşitli tablolarında İstanbul’daki selatin camilerini canlandırdığını, özellikle Fatih Camii müezzin mahfilindeki tablosunun derin manalar taşıyan eşsiz bir sanat eseri olduğunu belirttikten sonra bu tabloda ne anlatılmak istendiğini açıklar. İbnülemin ve Zekai Konrapa’nın sözünü ettiği tabloların şimdi nerede olduğunu ne yazık ki bilmiyoruz. İbnülemin, Son Hattatlar’a Mehmed Ali Bey’den bir hüsnühat numunesi bulamadığı için Beyanülhak mecmuası için hazırladığı yazı-resim karışık logoyu koymak zorunda kalmıştır.

Yaşadığı devrin şartları ve kayınpederinin 150’lik bir muhalif oluşu yüzünden ülkesinden uzakta yaşayıp, ölen ve bu
yüzden sanat tarihi kitaplarında ismi hiç zikredilmeyen Mimarzade’nin önce hangi sanata ilgi duyduğunu maalesef bilmiyoruz. Belki köklü bir geleneğe yaslanan yaygın bir sanat olduğu için hat sanatına çok daha önce ilgi duymuş olabilir. Sanat tarihimizde resimle ilgilenen başka hattatlar da var. 19. yüzyılın büyük hattatlarından biri olan ve tuğraya en güzel formu kazandıran Mustafa Râkım, Sultan Üçüncü Selim’in bir portresini yapmış ve ödüllendirilmişti. Kazasker Mustafa İzzet’in talebelerinden Abdullah Zühdî de ressamdı. Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer ise Sanayi-i Nefise Mektebinin ilk mezunlarından biriydive akademik üslupta nefis resimler yapardı.
Halim Özyazıcı, Macid Ayral ve Hâmid Aytaç’ın iyi resim yaptıkları bilinir.

Türk resminde önemli yerleri olan hattat çocukları da vardır. Namık İsmail’in babası İsmail Zühdî Efendi nesih ve
sülüste usta bir hattattı. Reisülhattatin Hacı Kâmil Akdik’in resimle ilişkisinin derecesini bilmiyorum, ama oğlu Şeref
Akdik önemli bir ressam ve babasından icazet almış kudretli bir hattattır. Ressam ve heykeltıraş Zühtü Müridoğlu’nun kardeşi Hafız Kemal Batanay da hem büyük bir hattat, hem bestekâr ve tamburi idi. Hat sanatıyla yakından ilgilenen ressamlar ayrı bir bahistir: Osman Hamdi ve Şevket Dağ, resimlerinde hat levhalarını bir hattat titizliğiyle işlemişlerdir. Kûfi yazıyla istifler yapmayı seven Hoca Ali Rıza’nın karalama defterlerinde kûfi istiflere ve güzel talik yazılara rastlanır.

Portre ressamlığında büyük bir isim olan Feyhaman Duran -icazetli olmamakla beraber- Sami Efendi gibi kudretli hattatlardan meşk etmiş ve ömrünün sonuna kadar bu sanatla ilgilenmişti; zengin bir hat koleksiyonu vardı ve Kâmil Akdik, Rıfat Efendi, Hacı Yahya Hilmi Efendi gibi hattatların portrelerini yapmıştı. İbrahim Çallı da hat sanatına meraklı ressamlardandı; onun bu merakı Mevleviler serisinde açık seçik görünür. Türk ve İslam Eserleri Müzesi müdürlüğü sırasında hat sanatıyla yakından ilgilenen Elif Naci ise, bazı resimlerinde eski harfleri kompozisyonun temel unsurlarından biri olarak kullanmıştır. Esasen Elif Naci, İslam kaligrafisini resimde bu manada kullanan ilk ressamının kendisi olduğu iddiasındaydı.

İlk kadın ressamlarımızdan Melek Celâl Sofu’nun hat sanatına özel bir ilgi duyduğu unutulmamalıdır. Reisülhattatin Kâmil Akdik (1938), Şeyh Hamdullah (1949) adlı kitaplarını hatırlatmakla yetiniyorum. İsmail Hakkı Altunbezer ve Necmeddin Okyay hakkında yayımlanmamış kitaplarının da bulunduğu söylenir. Türk sulu boya resminin en büyük isimlerinden biri olan Malik Aksel ise, özellikle hat sanatındaki yazı-resimlere meraklıydı. Türklerde Dinî Resimler (1967) adlı kitabı hâlâ önemini korumaktadır.

Çağdaş Türk ressamlarının çoğu, hat sanatına Picasso, Paul Klee, Kandinsky, Hans Hartung gibi modern Batılı ressamların bu sanatla ilgilendiklerini fark ettikten sonra yönelirler. Cevat Dereli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Sabri Berkel, Şemsi Arel, Abidin Dino, Adnan Çoker, Erol Akyavaş, Süleyman Saim Tekcan, Ergin İnan gibi birçok ressamın eserlerinde, hat sanatı, farklı şekillerde ve farklı duyuşlarla yansımasını bulmuştur. Abidin Dino hat sanatından çok etkilenmişti ve kendisini zaman zaman “hattat” diye nitelendirirdi. Hayatını anlattığı bir yazısında, komşularından birinin büyük bir hattat olduğunu, bu sebeple hat sanatına ve minyatüre küçük yaşta ilgi duymaya başladığını söyler.

Erol Akyavaş’a gelince… Hat sanatının soyut plastik değerlerini resminin ayrılmaz bir parçası hâline getiren Akyavaş’ın yaklaşımı, böyle bir yazıda kısaca geçiştirilemeyecek kadar önemli ve anlamlıdır. Modernliğin yabancılaştırıcı ve dayanılmaz baskısına rağmen, geleneğin vazgeçilmez değerlerini yeniden hayatımızın bir parçası hâline getirmeye çalışan Akyavaş’ın yapmak istediği, modernleşme tarihimizde örneği pek az bulunan, içinden geldiğimiz dünyanın estetik tercihlerini de belirleyen tasavvufu modern resmin araçlarını ve imkânlarını kullanarak yeniden okumaktı. Bu tecrübede hat sanatının son derece önemli bir yeri vardı.

Aslında yazı ve resim aynı kökten gelir; daha doğrusu, yazı resimden doğmuştur. Bu bakımdan resimle ilgilenen hattatlar ve hat sanatıyla ilgilenen ressamlar, kendi sanatlarına aykırı düşen bir iş yapmıyor, köklerini arıyorlar.

Yazar Hakkında

Beşir Ayvazoğlu

Yorum Ekle