Dosya

SONSUZLUĞA AÇILAN HAYAL ÂLEMİ SATRANÇ

Türk-İslam toplumlarında zaman içinde halka inen satranç; Türk, Fars ve Arap edebiyatına da giriyor. Rafineleşmiş edebî dilde adabı şekilleniyor.

64 siyah ve beyaz alan… 32 figür… Hem oyun hem bilim hem de sanat. Hem çok eski, hem çok yeni. Her seferinde yeni baştan kurulan bir düzen. Temeli olmasa da devasa bir mimari… Mekanik gibi görünse de, kapıları sonsuzluğa açılan bir hayal âlemi… Satranç!

Sabit bir alan üzerinde sınırsız kombinasyon. Cazibesi de işte tam da bu nedenle… Sabitlik üzerinde bitmeyen bir hareket. Zihni tek bir noktaya odaklarken aslında peş peşe hamleleri sıralayan bir zihinsel geçit. Satranç bir sanatsa eğer, eseri hep ışıldayan bir zihin. Bir bilimse, karşıtlıkların bir defalık birleşimi… Tüm zamanlara ait, hatta tüm halklara… Oyuncusu ise, 32 figürün sağa sola ve öne arkaya oynatılmasıyla mahir bir duyu bileyicisi…

Satrancın kökeniyle ilgili sayısız rivayet var. Kelime olarak Sanskritçe “çatur-anga”dan (dört unsur) geliyor. Farsçaya “çet-reng” ve oradan Arapçaya “satranc” olarak geçiyor. Dört unsurun; atlar, filler, savaş arabası ve piyadeler olduğu söyleniyor. Kökeninin Hindistan olduğuna dair yaygın bir kabul var. Hatta ilk ortaya çıkışıyla ilgili şöyle bir rivayet geçiyor tarihî kaynaklarda; satrancı bulan Hintli bilge, oyunu çok seven Şah’a arz ederken, “dile benden ne dilersen” diyor. Bilge, oyunun her karesi için bir önceki karede aldığı buğdayın iki mislini istiyor. Şah, başlangıçta bu talebi küçümsese de,hesaplama sonunda ortaya çıkan miktar dünyanın 1500 yıllık buğday üretimine denk geliyor.

Satrancın icadındaki temel amaç, yöneticilik sanatının mahiyetini bu makama gelecek olanlara iyice belletmek. Savaş taktiklerini öğretmek. Böylece, kralların, ulema ve hükemanın oyunu olarak yaygınlaşıyor.

TÜRK KÜLTÜRÜNDEKİ İZLERİ
Hindistan’dan dünyaya yayılan satranç, zaman içinde Perslere, 7. yüzyılda da Araplara ve oradan Endülüs yoluyla Avrupa’ya intikal ediyor. İran, satranç tarihinde ilk önemli duraklardan birisi olarak kabul ediliyor. Hz. Ömer’den itibaren Arap toplumunda da yaygınlaşıyor. İslam ulemasının farklı görüşleri olmakla beraber, kumara dönüştürülmediği, insanın Allah’a, aileye ve topluma olan görevlerini aksatmadığı, önemli işlerin ihmaline yol açmadığı sürece satranca cevaz veriliyor. Hatta zihni kuvvetlendirip, mizacı geliştirdiği, kendine güveni artırıp, sosyalleşme imkânı sağladığı yönünde faydaları da hatırlatılıyor.

Türk-İslam toplumlarında zaman içinde halka inen satranç, Türk, Fars ve Arap edebiyatına da giriyor. Rafineleşmiş edebî dilde adabı şekilleniyor. Edebü’ş-satranç gibi müstakil eserlerin yazılması yanında satrancı kurumsallaştıran kaide ve kurallar getiriliyor. Özellikle halife ve üst düzey yöneticilerin huzurunda oynanırken daha dikkatli olmak gerektiği vurgulanıyor. Cahiz, iyi bir nedimin nitelikleri arasında okçuluk, avcılık yanında satranç ustalığını da zikrediyor. Selçuklu Atabeklerinden Muzafferuddin Gökböri’nin mevlit kutlamalarında musiki yanında satranç gibi eğlencelerin de yer aldığı biliniyor. Evliya Çelebi, bazı Osmanlı şehirlerindeki kimi camilerde cemaatin satranç oynadığını, hatta Bitlis’teki bir camide müsabaka sırasında çıkan kavgaya şahit olduğunu anlatıyor.

Satranç, Persler ve Araplar arasında yaygınlaşırken, bir yandan da Bizans Sarayı’na da giriyor. Fakat Avrupa’ya intikali, Endülüs Emevileri vasıtasıyla Endülüs üzerinden gerçekleşiyor. Bu süreçte, 11. yüzyıldan itibaren kilisenin, satrancı İslam kültürünün parçası sayması nedeniyle aforoz edilenler oluyor. Ve satranç birtakım değişimlere uğruyor. 15. yüzyıla gelindiğinde vezir yerine kraliçe, fil yerine papaz, atlar yerine şövalyelerden kurulu bir satranç düzeni yaygınlaşıyor. Dönüştürülerek Avrupa kültürünün bir parçası hâline getiriliyor. Kristof Kolomb’un uzun deniz seyahatlerinde yanından hiç ayırmadığı biliniyor.

Pascal’ın tarifi ile satranç tahtası, insan zihninin jimnastik salonuna benzetiliyor. İki beyin arasında psikolojik bir mücadele olarak tanımlanıyor. Savaş stratejisinden doğan bir oyun olarak temelde oyun tahtası, taşlar ve iki aktör gerektirse de, Stefan Zweig’ın Satranç kitabındaki muhteşem edebî anlatı, bize satrancın tek kişi olarak deneyimlendiğinde hissettirdiklerini ortaya koyuyor. Tek kişinin hem siyah, hem beyaz olarak rekabeti, insanın kendine karşı oyununu şöyle tanımlıyor Zweig; “Siyah ben olarak yaptığım her hamleden sonra beyaz benin ne yapacağını sabırsızlıkla bekliyordum. Her iki ben de, diğeri hata yaptığında seviniyor ve aynı zamanda kendi beceriksizliğine yanıyordu. Üstelik bu öyle bir deneyimdi ki, aynı beynin aynı anda hem bir şeyler bilmesi, hem de bilmemesi gibi tuhaf bir durum ortaya çıkıyordu. Satrançta kendine karşı oynamak aslında insanın kendi gölgesinin üzerinden atlamaya çalışması gibi bir paradokstu…” Fakat elbette Zweig’in dediği gibi, realitede satrancın asıl çekiciliği, stratejisinin iki farklı beyinde farklı şekillerde gelişmesinde yatıyor.

KADIN VE SATRANÇ
Tarihî kaynaklarda “kadın ve satranç” konusuna baktığımızda, kadın varlığına özel bir atıf yapmasa da tarihî rivayetler arasında bu strateji oyununda kadın varlığının yer yer izlerine rastlıyoruz. Abbasi Halifesi Harun Reşid’in art arda üç kere kadın bir köleye yenildiği, kadının da ödül olarak kendisi için çok değerli birinin özgür bırakılmasını istediği rivayeti bunlardan birisi. Yine Halife Memun döneminde köle bir kadına atıfla “güzellikte, kıvrak zekâda, nükteli olmakta, etkili konuşmak ve hazır cevapta ona denk, satranç ve tavlayı ondan daha iyi oynayan başka bir kadın görmedim.” rivayeti dikkat çekici. Yine İslam tarihçilerinin önde gelenlerinden, satranç konusunda dereceleriyle övünen Maverdi’nin kadın bir kölenin yardımı ile iki âlim arasında yapılan satranç müsabakasını kazandığı rivayet ediliyor.

Yazar Hakkında

Hümeyra Şahin

Yorum Ekle